12 Ekim 2011 Çarşamba

ESKİ SOVYETİN BATI KÖŞESİNDE İKİ HAFTA

(UKRAYNA’NIN TARİH KOKAN ŞEHRİ LVIV’DE ÇALIŞMA KAMPI)
Yazı: Gözde Meşeli
Fotoğraflar: Tolga Ünlüsoy

Yoldayız. Trenle Lviv ya da daha çok bilinen Rusça adıyla Lvov’a doğru ilerliyoruz. İki sene önceki Fransa’daki kampımdan sonra bu yaz Ukrayna’yı tercih etmenin heyecanı var üzerimde. İlk kez eski bir Sovyet ülkesinin topraklarını görüyor, Kiril alfabesine yavaş yavaş alışıyor, kampım için heyecanlanıyorum.
İlk bindiğimiz Sovyet treni
Sonunda Lviv’e varıyoruz. Yağmuruyla karşılıyor bizi. Eski bir filme köşesinden sızmış gibi hissediyorum önce. Karanlık, tarih kokan sokaklar, tahta evler, her köşe başı heykeller, kilise çanları içine alıp sarıveriyor beni. Kaynaşıyoruz hemen şehirle. Kampımız için iki hafta evimiz olacak hostele yağmur altında varıyoruz. Kapıyı internetteki fotoğraflarından tanıdığım grup liderlerimiz açıyor. Seviniyorum, sonunda doğru yerdeyiz.
Lviv’de ilk gözümüze çarpan yapılardan biri, tepesinde Ukrayna bayrağıyla
İlk akşamdan bizi küçük bir sürpriz bekliyor: Doğum gününü gün boyunca trende geçirmek zorunda kalan arkadaşım Gökçe için hazırlanmış bir pasta. Mutlu ve aç bir şekilde pastamızı yiyor; Sırp, Fransız, Hollandalı, Koreli, Ukraynalı, Çek, Polonyalı grup arkadaşlarımızla yavaş yavaş kaynaşmaya başlıyoruz.
Lviv’de ilk günlerde Kirilimizi geliştirmemizi sağlayan yol tabelası
Ertesi gün şehrin içinde on dakikalık bir yürüyüşle çalışma alanımıza ulaşıyoruz. İki hafta boyunca “Sapieha Sarayı” ismindeki yüz elli yıllık güzel bir yapıyı restore edip temizleyeceğiz. Zira Ukrayna’da devletten hiçbir yardım göremeyen tarihi yapılardan biri de Sapieha Sarayı. Yapının boyası gitmiş, merdivenleri kırık dökük ve her yeri toz içinde. İş başa düştü diyip kolları sıvıyoruz. Günler geçtikçe saraya bir faydamızın dokunduğunu görmek mutlu ediyor bizi.
Lviv’in şehirdeki en yüksek kuleden panaromik görüntüsü
Kampımızın bir şehirde – şehir derken tabi İstanbul’un ancak yirmide biri büyüklüğünde- olmasının avantajları var tabi. Her gün yeni bir kısmını geziyoruz. Lviv cazibeli, bohem, makyajı biraz akmış esmer bir kız gibi. Ruhu var şehrin, sokaklarında yürüdükçe kendini hissettiren. Şehir içinde her yere yürüyerek gidilebiliyor tren istasyonu dışında. Hiç çok yüksek bir bina yok. Kuleler hariç en yüksek bina üç katlı. Çoğu yapının boyası akmış, üzerinden hikâyeler sarkıyor.
Lviv’deki ilginç karelerden biri: eski bir mezar taşı
Sarayda çalışmamız genelde üçe dörde kadar sürüyor, ondan sonrası bizim! Ya grup liderlerimiz Olya ve Natalya bizi yeni bir meydanı, kuleyi, müzeyi görmeye götürüyor ya hostelimizde oturup Koreli arkadaşımız Sungseo’nun getirdiği filmlerden birini izliyor, ya da muhabbet ediyor, geldiğimiz kültürleri birbirimize aktarmaya çalışıyoruz. Akşamları da Lviv’deki restoran, cafe ya da barlardan birine gidiyoruz. Öyle bir şey ki bu, üç dört günden sonra hostel yaşam alanımız, Lviv kendi şehrimiz gibi oluveriyor.
Cumartesi günü gezide grubumuzla birlikte
Hafta sonu, sonunda çalışmayacağımız günler. Cumartesi hepimiz sanırım biraz daha mutlu uyanıyoruz. Gerçi gezi için daha da erken bir saatte kalkmak zorundayız ama sanırım artık uykusuzluğu umursamıyoruz pek. Türkiye'ye dönünce iki gün hiç durmadan uyursam hiç şaşırmam diyorum kendi kendime. Otobüsle şehir dışına çıkmaya başlıyoruz. Üç tane şato geziyoruz, güzel, hoşuma gidiyor ama hiçbiri restore edilmemiş. Ukrayna’daki en büyük sorun bu diye düşünüyorum, hiçbir tarihi yapı koruma altına alınmamış, düzenlenmemiş. Pazar ise dağa yürüyüşe gideceğiz diye kalkıyoruz. Sanırım dünyanın en pis trenlerinden birine biniyoruz. Ama şunu anlıyorum ki önemli olan ne ortam ne konfor. Yanında anlaştığın insanların olması her şeye değer. Dağ taş diye nehir kenarına varıyoruz. Dağ falan da yok. Kötü bir gün olacak diye düşünüyorum. Tahminim doğru çıkmıyor ama. Bir anda içecekler, ateşte kızartılacak etler çıkıyor ortaya, müzik açıyoruz ve şenleniyoruz. Çok da güzel olmayan nehir ve manzara hep birlikte olunca tatlanıyor.
Lviv’de her şeyin ucuza bulunabileceği açık pazarlardan biri
İkinci hafta da çalışmaya devam ediyoruz. Saraydaki görevliler bize hiçbir malzeme vermeseler de tüm heyecanımızla çalışmaya, zavallı göz çukurları büyümüş beyaz binamızı biraz olsun neşelendirmeye, renklendirmeye çabalıyoruz. Daha çok da akşamları bekliyoruz sanki. Hep birlikte dans edip iki sohbet edebileceğimiz, birbirimizi daha iyi tanıyabileceğimiz zamanları. Ama hep Türklüğümüzü hissettiriyoruz diğerlerine. Bir akşam bana göre çok da iyi olmayan göbek dansı yapıyorum grubuma, malum Türk’üz ya. Bir gün Türk kahvesi pişiriyoruz eski, geniş bir tavada. Bu arada herkes son günler yaklaşırken daha bir moda girmiş, ülkesinden bahis açmaya, onu tanıtmaya çalışıyor. Koreliler bir akşam ramen yapıp yemek kültürlerinden bahsediyorlar. Fransızlarla uzun uzun Sarkozy ve Avrupa Birliği üzerine konuşuyoruz. Sırp kız Andrijana Belgrat broşürleriyle bir nebze olsun bize Sırp havası estiriyor. Ve tabii ki neredeyse her gün Ukrayna yemeği yiyip Kiril alfabesinden yeni bir harf öğreniyoruz. Ama en güzeli bu kadar farklı ülkeden gelen ve Ukrayna’nın batı köşesinde buluşan on üç insanın ortak noktalar bulabilmesi, birlikteliği hissedebilmesi.
Biz ve aynı dönemde kampı olan diğer bir grup hep birlikte
Son gece, geçen iki haftanın yorgunluğunu umursamadan yine uyanık duruyoruz bir yerlerde saat ikiye üçe kadar. Biliyoruz ki bu insanların çoğunu belki de hepsini bir daha görme şansımız olmayacak. Mutluyuz geldiğimize, tanıştığımıza, faydalı hissettiğimize. Tek tek ayrılıyor insanlar. Çoğu Krakow için sabahın beşinde yola çıkıyor. Kimi gün içinde gidiyor. Biz, akşamüzeri Kiev trenimiz için yollanıyoruz istasyona. Yine yağmur alıp koyuyor bizi yıpranmış Sovyet treninin içine.